Kadınsız din, insansız aşk: Bir romanın düşündürdükleri!.
“Sığ Kitaplar çok satar; vasat kitaplar ödül alır; iyi kitaplar ıskalanır”
Selçuk Altun
Doğuşundan bu güne İslamiyet, kendi dinamiklerinin gereği olarak özelde kadın, genelde insanlık düşmanlığına yol açan düşünce ve davranışlara hep mesafeli tutum takınma tabiatını korumuştur. İnsanlık, onda hep kendini bulmuştur. Kutsal kitap ve etrafında oluşan dini ve felsefi literatür, insanın insanla, insanın Tanrı ile ve insanlığın insanlıkla dostluğunun hem tarihsel hem de teolojik tanığı olmayı sürdürmüştür. Ne ki bu tanıklık, yerleşik bir geleneğe dönüşmek üzere iken, din ve Tanrı adına, hatta onlara rağmen siyaset, edebiyat ve sanat gibi serapa insani tüm alanlar formuna bürünerek dini fetvalar siyaset ve edebiyatı da araçsallaştırmıştır.
İslamcılık, modernizmin gayrı meşru bir ürünü olarak başta İslamiyet’le çatışmıştır. Modern bir hareket olduğu için, milli geleneklerde somutlanmış her türlü dini ve kültürel değeri anlamsızlaştırmış; insan tadında; barışçıl, evrensel ve doğal olan her türlü eseri siyasal dinle sözde dinselleştirmiştir. İnsan, bir ahlak varlığı iken, İslamcılıkla birlikte, görünüre odaklanan ruhsuz bir kadavraya dönüşmüştür. İslamcılık, insanın elinden İslamiyet’i ve onun ahlaksal derinliğini almakla kalmamış; görünürde, insanla çatışmayan bir din yaratırken-mesela sekülerleşme ve kapitalizme kucak açarken-dinsel geleneğin kutsal orijinini korumaya alan laiklikle mücadele edebilmektedir. Sekülerleşme siyasi bir tavır olmadığı için, siyasal dine dayalı İslamcılık, onunla çatışmayı yararlı görmez. Aksine kendi doğasını besleyen her türlü din-dışı birikimi, Truva Atı gibi bünyesine alır. Laiklik, siyasal bir tutum olduğu için, iki siyasi tutumun birlikte yaşaması mümkün değildir. Bu yüzden kısa tarihinde İslamcılık, hiçbir zaman laiklikle geçinememiştir. Çünkü laiklik, kendisi gibi siyasi bir tavra dayalı İslamcılığın siyaset yapmasını zorlaştırır. Oysa eğer “dinin elden gitmesi” önlenecekse bu, dini bile dünyevileştiren sekülarizmle mücadele etmeyi gerektirmeliydi. Ülkemizde ve diğer İslam ülkelerindeki İslamcılar, siyaset tabanlı dini ideolojilerine yer açabilmek için, laikliğe cephe almışlardır. Başka bir deyişle, “siyasal Müslüman olmak için, laikliği terk etmiş”lerdir.
Buna göre, bir insan “ya Müslüman olur, ya da laik” denebilirken, “bir insan ya Müslüman olur ya da seküler”, denmemektedir. Bunun tercümesi şudur: “Müslüman, dininin bile dünyevileşmesine razı olabilir ama dininin siyasetten ayrı tutulmasına tahammül edemez.”
İşte bu kritik ayrım ve aymazlık, insan tadı aradığımız romanlara bile yansımış; Amerikalı İslamcı İsmail Reca el-Faruki’nin “Bilginin İslamileştirilmesi” projesinin din adına acı meyvelerinden biri haline gelmiştir. Kuran’da ve klasik dini literatürde “dinileştirmek, İslamileştirmek” ya da benzer kavramlar yer almazken, İslamcılık, din ve Tanrı adına, siyasete yer açmak için,”insanı olmayan, kadınsız ve erkek” bir din kurgulamışlardır.
İNSANSIZ VE KADINSIZ DİN!
İronik bir şekilde, daha İnsansız Hava Araçları icat edilmeden çok önce “insansız din” icat edilmiştir. Bu icat bu noktada durmamış, “kadınsız din”i doğurmuştur. Son yılarda İslamcı roman furyası böyle bir dini romanlara yansıtmış; kadınsız ve aşksız olmayan edebiyatı bile çöle döndürmeye kadar gitmişlerdir. Fransis Bacon, bilgiyi doğa üzerinde bir egemenlik aracı olarak görürken, İslamcılar da siyasal çıkarlarını din üzerinde bir egemenlik aracı olarak görmektedirler. Kamuyu yığınlaştırmak, bireyi sürüleştirmek için, önce dine egemen olmak gerekiyordu, öyle de oldu.
Çok örnek vardır. Ama ben bir tanesi üzerinde duracağım. Önceki yıllarda İslamcı romanın popüler simalarından Sinan Yağmur, “Aşkın Gözyaşları” adlı romanında işte “insansız”, “kadınsız” ve “erkek din” kurgusu yapmaktadır. Diyeceksiniz ki roman dediğin, zaten bir kurgudur. Doğrudur. Bu tanım, “insan üzerine yapılan” kurgular içindir. Peki, yazarımız “Biyografik Roman”da kurguyu insan üzerine yapmıştır diye beklerken, romanı okudukça görünürde insan ama gerçekte Tanrı üzerine yapılan bir kurguyla karşılaşıyoruz. “Nasıl bir Şems”ten çok, “Şems, nasıl olmalı, ya da gerçek Şems nasıl olmalıdır” sorusuna, yazarın okuyucuyu kasan uyarıcı fetvalarıyla cevap aradığını her sayfada görmek mümkün olabilmektedir.
Romanda Şems, başkahraman olarak Mevlana’ya duyduğu “aşk”la betimlenen bir kişilikle karşımıza çıkıyor. Yazar bize, Şems-i Tebrizi’nin dilinden Şems’i anlatmaya çalışıyor. Bu roman yazılıncaya kadar, Şems’i hiçbir kalemin ve kelamın “doğru” anlatamadığından şikâyet ediliyor. Tabii ki yine Şems’in dilinden yazıyor ve el altından din sopası göstermeyi ihmal etmiyor:
“Beni bu güne kadar doğru yazmayan kalemlere sesleniyorum!
Bugünün kalemleri, sözü kendilerinden önce yaşamış hakiki kalemlerden ödünç almadan yazamıyorlar(!) Ancak o zaman okunabilir sanıyorlar yazdıklarını…sahte hayatların içinde yaşayarak nasıl varılır hakikate!…” (s.7)
Demek ki Yazar, gerçek Şems’i bulmuş olacak ki onun kaleminden yazıyor ve kendisi dışında Şems ile ilgili yazı yazanların, “sahte hayatlar içinde” yaşarken, Yazar’ın “erdiği” gerçek Şems’i asla anlayamayacaklarını ve anlatamayacaklarını ileri sürüyor. Alttan alta “insan-Şems”’i yazanlara meydan okuyup “tanrı-Şems” üzerine kurgular yapıyor.
Kurguya dayalı uzun bir yazı, kahramanlarını gerçek mi değil mi diye araştırmaz. Kimi, nasıl algılıyor ve yorumluyorsa romanını o algılama kalıbına göre inşa eder, gider. Yok, kahramanın gerçekliği tartışması yapıyorsa, yazdığına roman değil, biyografi yazısı adını koymalıdır. Ama yazar, “benim Şems’im seninkini döver” diyebiliyor. Çünkü onunki daha “dindar”, “daha az insan, daha çok tanrı” gözüküyor.
Oysa Şems hakkındaki biyografik malumat çok kısıtlıdır. En eski ve sürekli başvurulan kaynaklar Ahmed Eflaki’nin Menakibü’l-Arifin’i, Sipehsalar ve bazı ikinci el araştırma kitaplarıdır. Bunlarda da kırık-dökük, orada-burada dağınık, hatta tutarsız biyografikbilgi kırıntıları dışında başka bir şeye rastlanmaz. O halde her “Şems”in hem sahici, hem de “sözde” olması eşit olasılıklar taşıyor demektir. Yerleşik anlatımlarda, kemikleşmiş kabullere dayalı Şems betimlemelerinde ezbere yinelenen üç nokta vardır: İlki, Şems erkektir. İkincisi, o katıksız bir sufidir ve Makalat adlı eseri vardır. Üçüncüsü, onun Mevlana’ya olan aşkı, aslında Allah aşkıdır da, alegorik ve sembolik dil kullanmayı tercih ettiğinden biz ölümlüler bu aşkı zaman zaman “beşeri aşk” sanma gafletine düşüyoruz.
Bu iddiaları öne sürenler, bir yandan tarihi bilim olarak kabul ettiklerine bizi inandırmaya çalışıp, parça-kesek bilgilerin salt gerçekler olduğunu öne sürüyor; diğer yandan da, Şems’le ilgili biyografik bilgilerdeki doldurulamaz boşlukları, duygusal propaganda ile süsleyip, tarihsel gerçekliği görmezden gelmemizi istiyorlar. Öznelliğin ötesinde kurgulanmış bir kişilik, tarih biliminin saptadığı gerçek bir şahıs olarak takdim edilmektedir. Oysa Şems’in hayatına dair çok az şey biliyoruz. Kaynaklarımız ise oldukça tartışılır türden ve menkıbe niteliğindeki eserlerden öteye gidemiyor. Tebrizli Şems diye birinin tarihsel bir kişi olarak gerçekte var olduğunu kabul etmemiz mümkün olmakla birlikte, onunla ilgili söz konusu üç noktanın tam tersini iddia eden tezlerin de en az bu iddia kadar “inandırıcı” olabileceğini vurgulamak istiyorum.
‘ERKEK DİN’İN ERKEK EVLADI ŞEMS
Mevlana ve Tebrizli Şems, iki âşıktır. Mevlana’nın 50 binden fazla beyitini içeren eseri Divan-ı Kebir’in diğer bir adı “Divan-ı Şems’tir ve Mevlana neredeyse tüm beyitlerinde Şems’e olan “aşk”ını anlatır. Şems üzerine yazılan eserler Şems’in hep erkek olduğunu hatta olması gerektiğini belirtirler. (Örneğin bkz. Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, I-II, MEBY; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana, İnkılap Y., ss. 58-59). Aralarındaki aşk, olsa olsa “ilahi aşk”ın bir yansımasıdır. Modern romancılara kadar ilgili tüm yazılar Şems’in erkek olduğu kabulünden yola çıkar. Oysa Mevlana, Şems’e ilan-ı aşk ettiği beyitlerinde, herhangi bir er kişiye söylenmeyecek aşk nağmeleri dizer, en çok da bu kritik husus gözden kaçırılır. Şems, iddia edildiği gibi bir dergâh sahibi değildir. Tanınmış bir sufi olduğu da söylenemez. Benim bu iddialarımın değeri, karşıt iddialarınkinden geri kalmaz. Bu ise bilimsel kuşkuculuğun ne denli yaşamsal olduğunu gösterir.
Mevlana Şems’e şöyle seslenir:
“A güzel dedim, sen benim sevgilim misin? Fakat şimdi bakıyor da görüyorum ki sen, canımsın benim. Benden yüz çevirirsen dinimden dönerim. Ey cihanın canı, sen benim, hem küfrümsün, hem imanım.” (Aktaran: Abdülbaki Gölpınarlı, Makalat-ı Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizi, s. 26).
“Gönlümün derdinden neler çektiğimi gördün ya, gel ey güzel sevgilim, tez gel, tez gel, tez gel! Sermayem, kazancım giderse gitsin, korkmuyorum. Yeter ki sen kal, sen gitme! Çünkü sen benim ömrümsün, hayatımsın. Her kazancın sermayesi sensin. Gel, gel, ben sensiz ne yaparım? Ey canımın cananı! Ey gönlümün dostu! Senin yüzünü görmeden evvelce ben sabırlı bir kişiydim. Senin aşkının ateşi benim bütün sabrımı, kararımı yaktı. Gel sevgili! Sensiz ben yaşayamam, gel!” (Mevlana, Divan-ı Kebir, Hazırlayan: Şefik Can, Ötüken Neşriyat, İst. 2000, I/148).
ŞEMS ERKEK MİYDİ KADIN MI?
Mevlana’nın aynı eserinden binlerce örnek verebilirim. Benim buradaki kastım, Mevlana’yı ya da Şemsi yargılamak değildir. Tam tersine, Şems’e erkek demenin, bu beyitteki serenatları nasıl anlamsız kılacağını göstermektir. Bu aşk serenatları ancak bir kadına yapılabilir ve nitekim Şems benim bulgularıma göre, kadın olduğu için Mevlana bu aşk sözlerini bir kadına yönelik söylemiştir. İyi de yapmıştır, çünkü Mevlana en az bizim kadar insandır. Şems de en az bizim kadar kadındır. Erkek egemen bir din anlayışı, Şems’i erkek ilan ederek, Mevlana’nın eş cinsel olduğu iddialarını bile göğüsleyecek kadar inatla Şems’i erkek göstermeyi sürdürmektedir.
Ne Türk kültüründe ne de İslam kültüründe bu sözler bir erkeğe söylenemez. Bir insan olarak Mevlana, Şems lakaplı bir kadına âşık olmuştur ve bu durum da gayet insani, son derece insancadır. Şems’le ilgili geleneksel yazılar değil aynı zamanda modern tarzdaki romanlar Şems’in kadın olduğu ihtimalini akıllarına bile getirmemektedir. Bu ısrar, her ikisini de eş cinsel olarak damgalayıcı ahlak dışı ithamlara maruz bırakmaktadır. Elif Şafak, Şems’in erkek olduğu şeklindeki geleneksel “postulat”ı tekrarlayarak Mevlana ile olan ilişkisini eş cinsel düzeyde resimlemeye çalışmaktadır. Elif Şafak, taklidin taklidi tarzı romanlar yazdığı için bu dogmatik kabulü yinelemekten geri durmaz. Bu tıkanıkları aşmanın yolu, Şems’in erkek olduğuna dair iddialar kadar kadın olduğuna dair iddiaların da göz önüne alınmasıdır.
Ancak erkek din, ilahi aşk dayatmasıyla kadınsız bir aşk saplantısından kurtulamadığı için, Şems’e ait aşk gözyaşlarını, Tanrı aşkı için akıtmakla durumu kurtarmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, aşkın sırf Tanrı için olabileceğini keskin bir fetva ile sonuca bağlamaktadır. “Aşkın Gözyaşları”, bir erkeğin erkek din içinde kalarak kadınsız bir aşkın gözyaşlarını propaganda etmeye odaklanmıştır. Roman, İslamcılığın doğal insanı yapay bir dindara dönüştürdüğü “kurgusal bir teoloji” olup çıkmaktadır. Sekülerleşme tersine işleyerek, kendi başını yemeye önce edebiyat eserlerinde başlamış olmaktadır. İnsan, romanda, şiirde, hikâye ve sanatta kendine has yaşam alanları olarak nefes alma imkânını, teolojik söylem ve fıkhi fetvalarla boğulan “tanrısal bir kurgu”ile yitirmektedir. Şems, erkektir. Aşk, erkek içindir. İki âşık da, her şeye rağmen erkek olmalıdır. Eş cinsel olduklarına ilişkin ithamlar, dinin erkekliğine halel getirmez. Kadına âşık olunmaz. Çünkü kadın, Tora’dan beri, sembolü olduğu namusa laf söylettiğinden, aşkın muhatabı kabul edilmez. Kadına yönelik kadim iftiralar, dinin erkekliği ve erkeğin namusuna odaklı ön yargıları perçinlemiştir. İslamiyet’in kadını eşit görmesi bile bu tarihsel yanılgıyı, kör inancı yerinden oynatamamıştır.
İslamcılık işte bu dogmalardan beslenmektedir.
Sinan Yağmur’un romanını değerlendirmeye devam edeyim.
“Sahte dünyada değil, hakiki dünyada yaşayan Şems”, (s. 7) yine aynı sayfada, ne olduğu bilinmeyen ” kuralları yıkmaya”, “dünya nimetlerini elinin tersiyle itmeye” gelen bir Şems oluverir. Roman, tek bir Şems’i değil, bir kaç Şems’i anlatır. Bu çelişkili anlatım, Şems’le ilgili değil, roman yazarımızın kafa karışıklığı ile doğrudan ilgilidir.
Romanda, kendini dünyada yaşayan ve her insan gibi doğal davranan diye tanımlayan Şems vardır. Bu Şems, “karşılıksız sevgi yaşamak”, “delice bir aşkla bağlanmak” ister. (s. Yazarın “öteki Şems”i, “sahte hayatlar” yaşayanları uyaran, kendisini yazdıkları için küplere binen bir Şems’tir. Romandaki bir başka Şems ise, daha çocukken görülmeyen varlıklarla konuşuyor (s. 18), “iyi huylu ve asalet sahibi olan” babasına bile posta koyuyor (s.19), bu hasletlerin yetmediğinden, âşık olmadıkça istediği kriterleri tutturamadığından şikâyet ediyor. İslam ahlak ve tasavvufunda hiç onaylanmadığı halde bu Şems, yaptığı ibadetlerle övünüp, “teheccüd namazı kılmadan yattığı bir gün olmadığını, rahat bir hayat sürmeden nasıl da zorluklarla baş edip kendini ibadete verdiğini söyleyerek övünebiliyor. Şeyhlerin bile ayaklarına kapanıp ayaklarından öptüklerinden dem vuruyor Kendini göklere çıkarıyor.(s. 19, 23,34). Oysa İslamiyet’te Tanrı’dan başkasına boyun eğilmez.
Kitapları, okumayı ve düşünmeyi yerden yere vurmak, Yazarın kafasındaki Şems’in kerametlerinden sayılmaktadır. (ss. 33-34) Allah aşkından dem vurup sonra da kadına olan aşkını itiraf eden çift kişilikli Şems’i yine bu romanda buluyoruz. Sonra, kendince yaptığı “hata”dan dönmek için, özrü kabahatinden büyük Şems olarak konuşuyor: “Bir gün Urfa’da bir adam gördüm. Kırbaçlandığı halde çıkmıyordu sesi. Kırbaçlandıkça susuyordu. Peşine takıldım ve niçin kırbaçlandığını sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu hale düştüğünü söyledi. Bu kadar acı çektiğin halde neden ses çıkarmadın?” diye sordum. “Sevgilim bana bakıyordu”, dedi. Bunun üzerine kendisine, ” ya Yüce Allah’ın seni hep gördüğünü bilseydin!” dediğimde haykırarak yere düştü. (s. 39)
İslamcı zihniyet, ne zaman insani bir olgu meydana gelse hemen din ve Allah’tan söz edip insanı doğal varoluş ve davranışından uzak tutmaya çalışmaktadır. Allah ile kadın sevgili yan yana getirilip insanı aşık olduğuna pişman ettirmenin ne denli dini bir sorumluluk olduğunu vurgulamaktan kendini alamayan bir yaklaşım görüyoruz. Ne ki Şems romanın 41. sayfasında, ” kimi sevsem önce ona karşı sert davranırım. Sonra her şeyimle onun olurum. İyiliğimle, kahrımla, etimle, kemiğimle”, diyerek bu kez, insan olmanın doğal akışına karşı gelemediğini itiraf eder.
Burada ise, ancak bir kadına âşık olan Şems’le tanışıyoruz. Allah’a sert davranmak düşünülemeyeceğine göre, Şems, âşık olduğu bir kadına sert davranabilir.Şems’in eti ve kemiğiyle, kısaca her şeyiyle sevgilisine ait olması, olsa olsa beşeri aşkta mümkün olabilir.
- 55 ve 56 ‘daki anlatım bozuklukları, romanın tümüne egemen olan Türkçe ifade zaafiyetinin somut örnekleri olarak not edilmelidir. (Bkz. 61, 62) Dil ve anlatım bozuklukları, sadece yazım kurallarında değil, içerikte de yaygındır. Bu açıdan yapılacak eleştiri için ayrı bir yazıya ihtiyaç vardır.
Şems’i ısrarla erkek göstermek için, halk arasında “deyyusluk” diye tabir edilen; “mahremini başkasına peşkeş çekmek” anlamına gelen bir davranışı bile Mevlana’ya yakıştırmaktan sakınılmadığı görülmektedir. Şems yeter ki erkek olsun, bu kabul, sonucunda nasıl bir ilişkiyi getirirse getirsin, kadın olmasın yeter anlayışı, romanda insan doğasını ve genel ahlak kurallarını zorlayan kurgular yapılmasına yol açmaktadır. Hani derler ya, özrü kabahatinden büyük diye.
Yazar, insaniliği İslamileştirmek için bu kurguya yer vermekten rahatsızlık duymuyor. Bazı örnekleri yazarın kendi dilinden hiç değiştirmeden okuyalım:
“Mevlana bir sabah Şems’in kapısını çalar.
Şems kendisini içeri buyur eder ve Şems ister ki: ‘Bana gönlümü eğlendirecek bir kadın getir. Kalktı (Mevlana’yı kastediyor. ŞF) Biraz sonra hemen Kira Hatun’u getirdi.
-O benim can bacımdır, olmaz. Niye sokaktan değil de eşini getirdin. Eşini hiç mi kıskanmıyorsun. Yoksa anladın mı niyetimi.
Mevlana, sen şehvetten, kadından uzaksın, bunu bildiğim için beni sınadığını anladım. Aynı zamanda sana verdiğim mesajı. Ey dost, nem varsa yoluna fedadır.” (s. 57)
Bu kurgu, ne Mevlana’ya ne de Şems’e yakıştırılamaz. Kadın mal değildir; sokaktaki de, evdeki mal olamaz. Türk kültüründe kimse karısını, Allah dostudur diye başka bir erkeğe peşkeş çekmez. En temel milli ve dini kültür dokumuza ait ahlak kaideleri böyle bir şeyin düşünülmüş olmasını bile en aşağılık rezillik sayar. Kadını aşağılama geleneği, İslam’a rağmen romanlara bile böyle girmiş durumdadır. Başka bir nokta şudur. Şeyhine her şeyi mubah gören bir şeyh-mürit ilişkisi olumlanmaktadır. Müslüman Müslüman’ı eşini “ikram” ederek sınamaya kalkamaz. Ama gün geçmiyor ki “badeci şeyh” adı verilen alçaklar, İslamcılığın açtığı bu kirli çığırı, kutlu yol gibi göstermekten bir an geri durmamaktadırlar.
Sayfa 63’te ise, erkek din ve insansız aşk yüceltiliyor. İnsan olmadan aşk mümkün olabilir mi? İnsansız ve kadınsız aşk olmadığını kabul etmek zorunda kalan Yazar, insan doğasına yenildiğini itiraftan da geri durmamaktadır. “İnsani aşk, ruhani aşk, Rabbani aşk. İnsani aşk, aşkın başıdır ve ruhani aşkın basamağıdır.” (s. 67)
Demek ki neymiş, insan ve kadın olmadan hiç bir aşk mümkün olamıyormuş.
Ama Yazar, ne olursa olsun yine fabrika ayarlarına dönüp aşkın lügatinden kadını çıkarmaya kararlıdır: ” Sır er kişilerde bulunur, aşk erlerin damarından akar.” Öyleyse sadece din değil, aşk da erkektir; erkek işidir.(s. 68). Şarap da süttür. Mevlana ve Şems ne derse desin, şarabı süte çevirme kerameti, Yazar’a kalmıştır.(s. 74)
Şeytan, insana mı yoksa Allah’a mı secde edecektir? Şeytan bu romanı okusa, kime secde edeceğine karar veremez. (s. 77).
Roman, bu çıkmazlar ve çelişkilerle devam edip gitmektedir.
İslamcılıkta din, insansız, kadınsız ve aşksızdır. Kurallar, ahlakın üstündedir. Çelişkiler, fetvalarla bulanıklaştırılır. Ahlaki derinlik yerine, Kur’an etrafında oluşturulan bin bir türlü kurallar tüm gösterişiyle kendisini dayatır. İnsan muhatabı olmayan bir sevgi ve aşktan söz edebilirsiniz. Vicdani ve akli yükümlülüklerle sorumluluk duymak yerine, görünürdeki çelişkileri zulalama mahareti, siyaset dininin tabiatının gereği kabul edilir.
Tanrı, kutsal kitabıyla, insan ise edebiyat ve sanatıyla kendini ifade eder. Bu roman, insanı kendisini ifade edeceği imkânından yoksun bırakan, romanı da Tanrı’ya yazdıran örneklerdendir. Türkiye’de muhafazakârlık, din adına insanın işlerine müdahale eden İslamcılığın yapay ürünüdür. Aynı zamanda İnsanı ve dini yapaylaştıran bir süreçtir de.
Çorak inanç, çorak toplum ve çorak bir yazı: İslamcılık, işte eserin!