Karanlık prens ve İran etkisi! Amerika’nın küçük Sparta’sı saldırganlaştıkça kaybediyor!.
ABD’nin ‘küçük Sparta’sı olarak tanımlanan BAE’nin 2004 yılında değişen askeri stratejisinin bölgeye yansımalarını ve Amerika’nın Ortadoğu’da BAE’ye biçtiği rolü değerlendiren ORMER Araştırmacısı Furkan Halit Yolcu Anadolu Ajansı için kaleme aldığı analiz yazısında, ‘ABD yetkililerinin ‘BAE kendi boyunu aşıp daha derine inmemelidir’ cümlesi tam olarak BAE’ye verilen rolün ve bu ülkenin sahnedeki talebinin pratik bir örneğidir.’ yorumunda bulundu.
AA’da yer alan analiz şöyle:
Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) askeri doktrini bir Shakespeare oyunu analojisi ile açıklanırsa, bu ülke Romeo’su belli olan bir kast içinde sahip olabileceği en iyi rol olan Juliet için çabalayan bir aktör olarak tanımlanabilir. Bu resimde Orta Doğu güvenlik kompleksinin Romeo’su olarak ilk akla gelen ise İsrail. Nitekim geçtiğimiz yüzyıl boyunca büyük ölçüde ABD’nin dış politikası dahilinde gerçekleştirdiği veya gerçekleştirmediği eylemlerce şekillenen Orta Doğu güç dengesinde elbette değişmez ve ana aktörlerin en belirgini İsrail olmuştur. Uluslararası İlişkiler literatüründe de geniş ölçüde benimsenmiş bu ön kabuller çerçevesinde BAE’nin bir Shakespeare sahnesinde ne gibi fırsatlar ve tehditleri dikkate alarak sahne ve rol arasında nasıl bir tercih yaptığını veya yapacağını öngörmek pratik ve anlamlı bir yaklaşım olacaktır.
Bu bağlam aslında BAE’nin hem günümüzde sahip olduğu fırsatları ve karşı karşıya olduğu tehditleri hem de güncel ve gelecek tercihlerini kavrama fırsatı sunmaktadır. ABD dış politikasında “küçük Sparta” olarak betimlenen bir ülke pek tabii gelecekte Sparta’nın kendisi olmayı veya öyle addedilmeyi stratejik olarak kazançlı görebilir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Bretton Woods sisteminde birçok vaka ile tespit olunduğu üzere yükselen güçler hegemon güçlerin tepkisine maruz kalır. Bu tepki Japonya, Avusturalya ve Güney Kore örneklerinde olduğu gibi olumlu durumda kalkınmada hızlandırıcı bir etkiye sahipken, Türkiye, Brezilya ve Çin vakalarında olduğu gibi baskılayıcı nitelikte de olmaktadır. Dolayısıyla BAE’nin kendisine biçilen rolü takdir etmeyip kendisine “ekstra” manevra alanı açması adına yapacağı bir tercih 50 senelik bir birikimin kısa bir sürede buharlaşmasına da sebebiyet verebilir.
Mahpus ikilemi strateji oyunu bazında temelde 4 sonuç ortaya çıkaracak bu tercihin muhtemel sonuçları aşağıdaki gibi görselleştirilebilir:
BAE’nin son dönemde takip ettiği askeri strateji ve ülke yöneticilerinin açıklamaları doğrultusunda yapılan bir inceleme bu ülkenin günümüz itibarıyla hangi noktada olduğunu gösterebilir. Bir önceki BAE Devlet Başkanı Şeyh Zayid bin Sultan en-Nahyan’ın temelini attığı askeri doktrin temel anlamda üç ayaklı bir strateji olarak tanımlanmıştır. Bunlardan ilki, BAE’nin en nihayetinde barış için çabalayan bir orduya sahip olmasıdır. Bu strateji bir ülkenin yayılmacı politikalar takip etmeyeceğini ve diğer ülkelere karşı yaptırımlarını daha liberal seçeneklerle gerçekleştireceğini taahhüt eder. İkinci ayak komşu ülkelerin haklarına duyulan saygıyla ve Arap yarımadasının en büyük problemi olan sınır sorunlarıyla ilgilidir. Bu da BAE ordusunun halihazırda çizilmiş olan siyasi sınırlara vefa göstereceğini taahhüt eden bir stratejidir. Üçüncü ve son ayak ise dostların çıkarlarını önemseme prensibidir. Bu prensip temelde Arap Birliği ve Körfez İşbirliği Konseyi hatta son zamanlarda daha da görünür hale geldiği şekliyle ABD-İsrail çıkarlarının bölgede korunacağını taahhüt eder. Nahyan’ın tanımladığı bu üç temel prensip Orta Doğu sahnesinde en önemli aktör olmaktan ziyade barışçıl ve rolünü kabullenen bir BAE ordusu tasvir etmektedir. Ancak 2004 yılındaki devlet başkanlığı değişikliğiyle etkinliği giderek artan Veliaht Muhammed bin Zayid en-Nahyan’ın bu tanımlamayı belli ölçüde reddettiği gözlemlenebilmektedir.
2004 sonrası dönemde Afganistan, Libya ve Yemen’e gerçekleştirdiği sınır ötesi askeri konuşlandırmalar, önceki BAE askeri doktrininin ilk iki ayağına aykırı bir şekilde savaşçı, sınırları görmezden gelen ancak dost ülkelerin çıkarlarına uygun aksiyonlardır. Bu anlamda 2004 yılında yaşanan değişimle ve Arap Baharı’nın etkisiyle BAE askeri doktrininde savunma-saldırma dengesinin değiştiği ve ülke ordusunun farklı bir doktrine sahip olduğu iddia edilebilir. Bu hamleler zaman zaman desteklenirken bazı vakalarda da bastırılmaktadır. Örneğin, BAE’ye ait F-16 Block 60’lar Afganistan’da yalnızca Avusturalya’ya verilen yakın uçuş hava desteği rolünü üstlenebilirken, 2015’te gerçekleştirdiği Aden operasyonunda asker ve teçhizat transferi talebi ABD tarafından reddedilmiştir. ABD yetkililerinin bu kararı açıklarken kurduğu “BAE kendi boyunu aşıp daha derine inmemelidir” cümlesi tam olarak BAE’ye verilen rolün ve bu ülkenin sahnedeki talebinin pratik bir örneğidir. Bu baskılama BAE’nin Aden operasyonunu yavaşlatıp onu alternatif bir tedarik sürecine zorlamış ve hızlı bir şekilde temin edilen korunaksız amfibi çıkartma gemisi 2016 yılında Husiler tarafından imha edilmiştir.
Bu vakalar özelinde BAE ordusunun edindiği tecrübeler kısa ve uzun vadedeki eğilimlerin de habercisi niteliğindedir. Aden operasyonu ile denizlerdeki zafiyet anlaşılmış ve BAE ordusu bu anlamda bir modernizasyon sürecine girmiştir. Ancak BAE askeri doktrininin ilk iki ayağını gerçek anlamda değiştirmek için askeri ekipmanların yeterli olmayacağı da tartışılmaz bir gerçektir. Bu anlamda bölgede aktif bir rolden liderliğe doğru bir momentum kazanmak aynı zamanda ordu personelinin en az dört katına çıkması ve askeri harcamaların en az iki katına çıkması anlamına gelecektir. Yaklaşık 45 milyar dolar nominal askeri harcama ve 250 bin kişilik bir ordu ise BAE gibi bir askeri organizasyona ve nüfus yapısına sahip bir devlet için olası bir senaryo değildir. Bu konuda verilecek bazı örnekler BAE askeri doktrininin ideolojik anlamda değişime uğrasa dahi bunun pratiğe dönüşmesinin ne denli zaman alacağını ortaya koyacaktır. Örneğin, Yemen operasyonunda BAE Kraliyet Muhafızları Ordusu’nun da bir kısmını komuta eden kişinin Avusturalyalı general Mike Hindmarsh olması önemli donelerden biridir. Yine BAE’nin adı birçok işkence ve yargısız infaz olayına karışan paralı asker şirketi Blackwater tarafından oluşturulan 800 kişilik küçük bir Kolombiya (bu ülkenin vatandaşlarından oluşan) ordusu kurduğu ve bu askerleri Yemen’de öncü kuvvetler olarak kullandığı önemli detaylarla birlikte tespit edilmiştir. BAE’nin Libya’daki operasyonlar için Çad’dan 700 kişilik ve Sudan’dan 500 kişilik grupları da saha operasyonlarında kullandığı BM raporlarınca tespit edilmiştir.
Bu gelişmeler ışığında BAE’nin 2004 sonrası dönemde daha yayılmacı veya saldırgan bir görünüme sahip olduğu birçok araştırmacı tarafından iddia edilmiştir. Ancak uluslararası ilişkiler disiplinin farklı bir yaklaşımı olan neo-realizm/savunmacı realizmin ana prensipleri çerçevesinde BAE’nin bölgedeki statükoyu korumak adına savunmacı davrandığı da iddia edilebilir. BAE ordusunun sınır dışı askeri operasyonları incelendiğinde bölgede ittifak kurduğu halk yönetimlerini öne çıkaran ve kendine de zarar verecek gelişmelere karşı birer önlem mahiyetinde müdahalelerde bulunduğu gözlemlenebilir. Bu da BAE’nin aslında sahnede daha büyük rol almak yerine sahip olduğu rolü kalıcılaştırmak istediği olarak yorumlanabilir. En nihayetinde gerçeklik böyle olmayıp bu varsayım hatalı bile olsa BAE ordusu adına yapılabilecek en optimum ve rasyonel tercihin bu olduğunun altı çizilmeli.
Diğer bir önemli husus ise BAE ordusundaki değişimlerin İran’dan algılanan tehditlerle olan ilişkisidir. 1971 yılında BAE bağımsız olmadan saatler önce üç adanın İran tarafından ilhak edilmesi o günden bugüne devam eden bir tehdit algısı meydana getirmiştir. İran 2003 sonrası dönemde nükleer araştırmalarını hızlandırıp, balistik füzeler, tanklar ve hava savunma sistemleriyle askeri kabiliyetlerini arttırırken BAE de bu artan tehditlere bir cevap olarak bu gelişmeyi kat etmiş olabilir. Burada yapılacak bir yanlış ilişkilendirme bölgedeki İran gerçeğini tamamen görmezden gelme hatasını doğuracağından BAE askeri yapılanması ve orduya dair her araştırmada İran’dan algılanan tehdit önemli bir değişken olarak denkleme dahil edilmelidir.