NATO ittifakının devam etme nedeni Washington Antlaşması’nda…
NATO ittifakının kuruluş amacını ve şimdiye kadar gelen süreçte gözden kaçanları irdeleyen Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu, “İttifak bünyesinde benimsenen temel prensip olan ‘yükün paylaşımı’ (burden sharing) konusu, bir süredir ABD yönetimleri tarafından sıkça dile getirilen şikâyet kaynağı olmaya başladı. Trump’ın bu konudaki ifadeleri artık şikâyet seviyesinden suçlama ve hatta tehdit noktasına kadar ulaşmış durumda. NATO içinde ciddi oranda rahatsızlık meydana getiren ifadeleri sebebiyle Trump yönetimine Avrupalı müttefiklerin güveni de önemli ölçüde azalıyor. İttifak’ın yeni şartlara uyum sağlamak ve tehditlerle zamanında ve etkili mücadele etme yeteneğini geliştirmek özelliğini, gelecek on yıllarda da sergileyebilmesi için, her şeyden önce müttefikler arası ilişkilerde güven ortamının güçlü bir şekilde tesis edilmesi ve sürdürülmesi şart” ifadeleriyle dikkat çeken bir analiz yazısı kaleme aldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın devasa yıkımının ardından kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü’nün Şartnamesi, bir daha benzeri bir insanlık trajedisinin yaşanmaması için, hukukun üstünlüğüne dayalı, uluslararası ilişkilerde diplomasinin en önemli araç olarak kullanılacağı bir yapı oluşturmuştu.
Ancak, Sovyetler Birliği’nin Orta ve Doğu Avrupa’da kontrolü altında bulunan coğrafyadaki siyasi ve askeri alanlardaki girişimleri, Batı Avrupalı devletlerin güvenlik endişelerinin ciddi oranda artmasına sebep oldu.
Kısa süre sonra, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Kanada’nın yanı sıra 10 Batı Avrupa ülkesinin katılımıyla, 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile NATO ittifakı kuruldu.
İttifak’ın ilk Genel Sekreteri İngiliz Lord Hastings Lionel Ismay’ın Mart 1952’deki bir ifadesiyle, NATO, “Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” (to keep the Russians out, the Americans in and the Germans down) amacıyla kuruldu demek yanlış olmaz.
Bu söylem, Batı Almanya’nın 6 Mayıs 1955’te İttifak’a katılmasıyla ve bu gelişmeye tepki olarak kısa süre içinde, 15 Mayıs 1955’te, Sovyetler Birliği tarafından Varşova Paktı’nın kurulmasıyla birlikte kısmen değişmek zorunda kalsa da, NATO açısından değişmeyen ve günümüzde de en önemli varlık sebebi olarak ifade edilen tehdit algısının kaynağında Rusya olmaya devam etmiştir.
BM’nin kuruluş amacı olan uluslararası ilişkilerde barışın ve istikrarın korunmasının, Şartname’de yer alan maddelerde tanımlanan mekanizmalar ile sağlanmasının pek de mümkün olmadığının açıkça anlaşılmasına yol açan Orta ve Doğu Avrupa (Çekoslovakya, Macaristan) ile Uzak Doğu (Kore Yarımadası) bölgelerindeki gelişmeler, zaman içinde, uluslararası ilişkilerde “Soğuk Savaş” olarak tanımlanan uzun, zorlu ve tehlikeli bir sürecin yaşanmasına sebep oldu.
ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin geliştirdikleri nükleer silahlar ve bunların sayılarının kısa sürede hızla artması, 1960’lı yıllara gelindiğinde her iki ülkenin de “süpergüç” olarak öne çıkmasına yol açtı.
Bu durum, kaçınılmaz olarak, ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin kendi ulusal güvenlik çıkarlarını korumaya yönelik geliştirdikleri askeri stratejileri, temsil ettikleri blokların güvenlik politikalarını ve savunma stratejilerini de büyük oranda belirledi.
ABD’nin 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarını caydırmak amacıyla geliştirdiği nükleer silahların topyekûn bir harekât kapsamında kullanılması olasılığını içeren -“kitlesel karşılık” ya da “topyekün mukabele” olarak da ifade edilen- “kütlevi karşılık” (massive retaliation) stratejisi aynı zamanda kıta Avrupası’nda NATO müttefiklerinin Varşova Paktı ülkelerine karşı benimsediği strateji idi.
Soğuk Savaş biter, NATO bitmez
Kuzey Atlantik İttifakı, kuruluşundan itibaren geçen yarım yüzyıl boyunca tek kurşun atmadan, varlık sebebi olan tehdidin kaynağı olarak gördüğü Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını sağlayarak, birçok uzmanın ifadesiyle, bir “zafer” kazanmıştır.
En güçlü rakibinin dünya sahnesinden çekildiği bir ortamda NATO ittifakının neden halen devam etmekte olduğu geride kalan son çeyrek yüzyıl boyunca hemen her gün sorgulanmıştır.
Bu sorunun cevabı aslından oldukça basittir ve NATO’yu kuran Washington Antlaşması’nın içinde saklıdır. Öylesine saklıdır ki, hiç kimse tarafından görülemez. Çünkü, Antlaşma metninde herhangi bir ülkenin adının “düşman ülke” olarak belirtildiği görülmemektedir.
Washington Antlaşması, Kuzey Atlantik coğrafyasında, demokratik rejimlere, açık pazar ekonomilerine ve bireysel özgürlüklere dayalı “Batılı yaşam tarzı” olarak tanımlanan ortak değerlerin, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı, hep birlikte korunması prensibi üzerine inşa edilmiştir.
Sovyetler Birliği’nin ve güdümündeki Varşova Paktı’nın tehdit olmaktan çıkması, Batılı yaşam tarzına yönelik tehditlerin artık tümüyle ortadan kalktığı ya da gelecekte ortaya çıkmayacağı anlamına gelmediği düşüncesiyle, müttefikler NATO’nun yarım yüzyıl boyunca edindiği kazanımların, tecrübelerin ve geliştirilen kapasitenin devamından yana tavır almışlardır.
NATO’nun küresel açılımı
NATO’nun kuruluşundan itibaren istikrarlı bir şekilde ortaya koyduğu özelliklerinden en önemlisi, İttifak’ın uluslararası konjonktürel gelişmeler karşısındaki esnekliği ve yeni şartlara kendini çabuk adapte edebilmesi olmuştur.
Bu özelliği sebebiyle, NATO, 1949 yılında 12 ülke ile kurulduktan sonra, 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın, 1955’te Batı Almanya’nın, 1982’de İspanya’nın, 1990’ların sonundan itibaren eski Varşova Paktı ülkelerinin ve 2000’lerden itibaren Güneydoğu Avrupa ülkelerinin katılımıyla günümüzde 29 üyeli bir ittifaka dönüşmüştür.
İttifak’ın anavatanı durumundaki kıta Avrupa’sındaki genişleme sürecinin yanı sıra, 21. yüzyıla girerken uluslararası alanda değişen tehdit değerlendirmeleri karşısında NATO, bir yandan savunma stratejilerini yeni duruma uygun hale getirecek dönüşümü sağlamak, diğer yandan küresel boyut kazanan tehdidin kaynaklarına aynı ölçüde karşılık verebilmek için küresel boyutta işbirlikleri geliştirmek yoluna gitmiştir.
Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’na karşı benimsediği “ortak savunma” (collective defense) konsepti ile ABD’nin nükleer şemsiyesi altındaki kıta Avrupa’sında yerleşik düzende ağır konvansiyonel askeri güç yapısı geliştirmiş olan NATO, 2000’li yıllarda artık en birinci tehdit olarak görülen küresel terörizm karşısında, İttifak dışındaki ülkelerin de katkılarına açık olacak şekilde, daha esnek ve daha hareketli yapıda bir kuvvet yapısı geliştirerek “ortak güvenlik” (collective security) prensibine dayalı bir dönüşüm sürecine girmiştir.
Bu kapsamda, Soğuk Savaş döneminde “düşman” olarak tanımlanan Rusya ve Ukrayna ile özel gündemli anlaşmalar imzalanmış, Avrasya ülkeleri başta olmak üzere, Kuzey Afrika, Körfez bölgesi , Uzak Doğu ve güney Pasifik’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada aralarında Azerbaycan, Mısır, Kuveyt, Pakistan, Japonya ve Avustralya’nın da bulunduğu onlarca ülkenin katılımıyla “Barış için Ortaklık” (Partnership for Peace), “Akdeniz Diyaloğu” (Mediterranean Dialogue) ve “İstanbul İşbirliği Girişimi” (Istanbul Cooperation Initiative) gibi yapılar oluşturulmuştur.
Geride kalan 30 yıla yaklaşan dönüşüm sürecinde NATO, ayrıca, Akdeniz’de kitle imha silahlarının yapımında kullanılan malzemelerin kaçakçılığını ve Somali açıklarında korsanlığı önlemek, Irak ve Suriye’de “İslam Devleti” kurduğunu ilan eden DEAŞ ile mücadeleye kapsamlı destek vermek gibi çok sayıda askeri operasyonlara girişmiştir.
Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Ukrayna’nın doğu bölgelerinde paramiliter görünümlü kuvvet bulundurmasının bir sonucu olarak, Soğuk Savaş döneminin kapanmasını takip eden yıllarda uluslararası barış ve istikrara katkı yapılabilmesi amacıyla 1997 yılında oluşturulmuş olan NATO-Rusya Konseyi’nin artık işlevini yitirmesiyle kıta Avrupa’sında yeniden alan savunmasına ihtiyaç olacağı öngörülmeye başlanmıştır.
Temmuz 2016’da Varşova’daki NATO Zirvesi’nde, artık İttifak üyesi olan Baltık bölgesindeki eski Sovyet cumhuriyetlerinde ve Polonya’da, çatışmaya hazır (combat-ready) seviyede askeri birlikler bulundurma kararı alınmış ve müttefik ülkeler, karada, havada ve denizde birbiri ardına kapsamlı ve uzun süreli tatbikatlar icra etmeye başlamışlardır.
Temmuz 2018’de Brüksel’deki NATO Zirvesi’nde ise, “30-30-30-30 planı” olarak tanımlanan, “2020 yılına kadar, 30 gün içinde konuşlandırılabilecek şekilde, 30 kara taburu, 30 uçak filosu ve 30 savaş gemisinden oluşan bir askeri güç oluşturulması” kararı alınmıştır ve hemen ardından, Ekim 2018’de, Norveç’te, 50 bin asker ve sivil personelin katılımıyla, “Exercise Trident Juncture” tatbikatı icra edilmiştir.
NATO’yu 21. yüzyılda bekleyen tehditler ve önlemler
NATO’yu kuran Washington Antlaşması’nda yer alan meşhur “5. Madde” ile özdeşleştirilen “dayanışma” (solidarity) prensibine, yukarıdaki paragraflarda bahsedilen gelişmelerin de ortaya koyduğu gibi, müttefikler tarafından etkili bir şekilde sahip çıkılmaktadır.
Ancak, İttifak bünyesinde benimsenen bir diğer temel prensip olan “yükün paylaşımı” (burden sharing) konusu ise, bir süredir ABD yönetimleri tarafından sıkça dile getirilen şikâyet kaynağı olmaya başlamıştır.
ABD Başkanı Donald Trump’ın bu konudaki ifadeleri artık şikâyet seviyesinden suçlama ve hatta tehdit etme noktasına kadar varmaya başlamıştır. NATO içinde ciddi oranda rahatsızlık meydana getiren ifadeleri sebebiyle Trump yönetimine Avrupalı müttefiklerin güveni de önemli ölçüde azalmaya başlamıştır.
ABD ile Avrupalı müttefikleri arasındaki ilişki seviyesinin bundan sonraki süreçte de inişli çıkışlı olması beklenmekle beraber, bu durumun NATO’nun dayanışma prensibine ciddi bir hasar vermesi öngörülmemektedir. Nitekim, Aralık 2019’da Londra’daki NATO Zirvesi bu öngörüyü destekler mahiyette gerçekleşmiştir.
Öte yandan, İttifak’ın 21. yüzyılın kalan kısmında karşılaşması muhtemel sorunlar, Atlantik’in iki yakası arasında ortaya çıkan farklı yaklaşımlar olmaktan çok, bilim ve teknoloji alanında yaşanan hızlı gelişmelerin ortaya çıkaracağı yeni tehditler olacaktır demek yanlış olmaz.
Bir süredir gündemi yoğun bir şekilde meşgul eden siber güvenlik konularına ek olarak, daha yakın zaman önce gündeme gelen “Yapay Zeka” (Artificial Intelligence – AI) ve Ölümcül Otonom Silah Sistemleri (Lethal Autonomous Weapons Systems – LAWS) gibi konular kaçınılmaz olarak NATO’nun gelecek yıllardaki öncelikli tehdit değerlendirmeleri ve bunlara karşı geliştirilmesi gereken karşı önlemler dizisi içinde yer alacaklardır.
Bu ve benzeri tehditler konusunda uluslararası hukuk kapsamında düzenlemelere gidilmesinin ve gerekli protokollerin geliştirilmesinin önünde siyasi, askeri ve teknik zorlukların bulunmasının yanı sıra, sürece müdahil olan aktörlerin de net bir şekilde tanımlanmasında ve ayrıştırılmasında yaşanan kayda değer seviyede zorluklar bulunmaktadır.
Bu gibi zorluklarla zamanlı ve etkili bir şekilde mücadele edilmesi süreci, söz konusu tehditlerin önceki dönemlerdekilere nazaran bilimsel ve teknolojik açıdan sahip oldukları farklı özellikler gereği, özellikle bilgi ve istihbarat değişimi alanında, müttefiklerin, belki de NATO tarihindeki en yoğun işbirliği seviyesini yakalamalarını zorunlu kılacaktır.
İttifak’ın 70 yıllık geçmişinde birçok kez ortaya koyduğu yeni şartlara uyum sağlamak ve ortaya çıkan tehditlerle zamanında ve etkili bir şekilde mücadele etme yeteneğini geliştirmek özelliğini, gelecek on yıllarda da sergileyebilmesi için, her şeyden önce müttefikler arası ilişkilerde güven ortamının güçlü bir şekilde tesis edilmesi ve sürdürülmesi şarttır.
[Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu MEF Üniversitesi İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi dekanıdır]